Halil Doğan

Anasayfa Kimdir ? Yazılar Konuşmalar Fotoğraflar Küpürler İletişim Videolar
Yazılar

 

Yazılarım

 


Kervan Yola Çıktı

Önceki gece Türk sinemasının yüzakı, "ezber bozan yönetmen" ünvanıyla anılan sevgili dostum, ağabeyim İsmail Güneş'in davetiyle onurlandırdığı gala gecesindeydik. Hazırlığı 5 yıl süren, Çekimleri 90 günde tamamlanan "Kervan 1915" filminin tanıtımı ve gösterimi, Beyoğlu'ndaki (restore edilmiş) Eski Emek sinemasında yapıldı. 2000 kişiye yakın kişinin görev aldığı film 1915 te dört bir tarafta savaşan Osmanlı Devletinin, o zamana kadar millet-i sadıka denilen Ermeni tebanın tehcirini (mecburi göç) konu alıyor. Çoğunluğu kadın ve çocuktan oluşan bir kafileyi, Giresun'dan Halep'e sağ salim götürme işini üstlenen Katırcı Salim (Murat Han) ve ekibi, canlarını tehlikeye atarak; canları, malları ve ırzlarının EMANETE İHANET EDİLMEZ düsturuna sonuna kadar sadık kalarak görevini tamamlama hikayesi.

Tabii, hikayeyi İsmail Güneş usta kalemiyle senaryolaştırıp ve farklı bakış açısıyla çekip bizlere sununca hikaye olmaktan çıkıyor.

Yazının devamı için tıklayınız


Mandıra Filozofu ya da ortaya karışık

“Çocuklar duymasın” dizisini daha ilk bölümü TGRT Tv de başladığında seyretmiştim. İlk bölümden itibaren bu dizi tutar deyip dostlarıma tavsiye etmiştim. Tuttuğu ya da tutacağı anlaşılınca kanal değiştirdi. Dizinin ana teması olan boşanma isteğinin çocuklardan saklanması konusu belli bir zaman sonra tekrara girince normal bir aile dizisi haline geldi. Zaman zaman diziye dahil olan yeni karakterler diziye can verdiler. En göze batan Emin Gümüşkaya’nın canlandırdığı “Seyyar Tayyar” ve dizinin yönetmeni olan Müfit Can Saçıntı’nın canlandırdığı “Mandıra Filozofu” karakterleri oldu. Bir insan Mandıra Filozofu karakterinde kendi istek arzu ve düşüncelerinden kesitler buldu. Bu karakterin dizide yer almasından epey sonra bu karakterin “esas oğlan” olduğu bir film yapıldı ve geçen hafta vizyona girdi. Şimdilik gişede, bol bütçeli ve dini bakımdan tüm dünyada tartışılıyor olması sebebiyle bol reklam yapan “Nuh” tan sonra ikinci durumda. Güzel bir başarı.

Ana tema Mandıra Filozofu (Mustafa Ali)’nin “ben çalışmaya karşıyım” sloganının felsefi temelleri ve yaşantısındaki izdüşümlerini, bu fikre karşı çıkanların düştüğü gülünç durumlarla birlikte sunmak ve seyirciye hoşça bir 110 dakika geçirtmektir. Senaryo bu konuda da hayli başarılı.

Yazının devamı için tıklayınız


 

"'Ateşin Düştüğü Yer'i gördünüz mü? "

 

Sinema aleminde “öteki sinema”cı, “milli sinema”cı, “yeşil sinema”cı gibi adlarla ötekileştirilen, dışlanan bir yönetmen İsmail Güneş. Filmlerine kendilerini sinemanın hatta memleketin sahibi zannedenlerce sahip çıkılmadığı gibi, “öteki” kabul edilen camialarca da bilinmeyen, sahip çıkılmayan bir yönetmen.

Belki de en büyük sebebi bu camianın sinemaya olan ilgisizliği. Hatta nefreti.

Sinema diliyle dine yapılan saldırılar, sefahat ve fuhşiyat özentileri, din adına verilen fetvaları etkilemiş ve bu camia sinemadan uzak kalmıştır.15.05.2012

Yazının devamı için tıklayınız

 


 

"Hakimlik sınavını geçmeyen hukuk mezunu olmamalı"

 

Demokrat Hukukçular Derneği Başkanı Halil Doğan da Türkiye'de hakim ve savcı sayısındaki yetersizliğin yargıda yaşanan sorunlarının başında geldiğine işaret etti. Bu durumun özellikle büyük şehirlerde daha fazla hissedildiğine dikkat çeken Doğan, "Türkiye'de hakim sayısında azlık yargının sorunlarının başında gelmektedir. Büyük şehirlerde asliye cezalarda bir yılda 3 bin civarında dosyaya bakma mecburiyeti çıkıyor. Bu da bir hakimin günde yaklaşık 10 dosyaya baktığı anlamına geliyor. Diğer sebepleri de kattığınızda dosyaların ertesi yıllara kalmama ihtimali yok. " şeklinde konuştu.

Cihan Haber Ajansı-22.05.2011

Yazının devamı için tıklayınız

 


Anayasayı millet yapar

 

Anayasa, doğuşta “sivil”dir, sivil olmalıdır. Zira esas olan Anayasayı halkın yapmasıdır. Anayasa, toplumu teşkil eden bireylerin, kendi temel hak ve özgürlüklerini diğer bireyler adına kısıtlamayı kabul ettiğine dair temel düzenleme şeklidir. Millet tarafından yerleşik veya yerleşmesini öngördüğü esas kurallarının temel bir üst düzenleme olan, bir “ANA” yasa ile bir yasal düzenleme çıkarılmakta, bununla toplumun bazı işlerini görmek üzere de adına “devlet” denilen organları eliyle iş gören bir mekanizma ortaya çıkarmakta, bu ortak iş ve işlemleri görecek olan “devlet”in işleri yapmak için kendi parasından bir kısmını vergi olarak ödemeyi kabul etmekte ve buna benzer doğuştan haklarını sınırlamakta kendine görevler kabul etmektedir.

Bu nedenle Millet adına iş ve işlemleri yapan devlet, Anayasayı yapamaz. Ancak, halkın belirlediği temel normlara göre vekâlet görevi verdiği meclis dâhil bütün devlet organları sadece “anayasayı hazırlama” işini yapabilir. Nihai olarak bu hazırlanan taslak anayasayı kabul edip etmeme ve sonradan değiştirme yetkisi halka aittir. Zira eğer bir halk ve iradesi olmazsa devlet diye bir mekanizma da olmaz. Olmayan bir milletin devleti, dolayısıyla devlet ve bireylerin tabi olduğu kuraları belirleyen “ana”yasa ve yasaları da olmaz.

Yazının devamı için tıklayınız

 


 

Urfa’da Fatiha günleri

Adet üzere taziye için gelen kişi selam verdikten sonra başta cenaze sahibi olmak üzere orada bulunanlar “merhaba” ile cevap veriyorlar. Gelenlerden Kur’an bilenler biraz okuduktan sonra bilmeyenler de direkt olarak “merhumun ruhu için el Fatiha” diyerek Fatiha okunmasına vesile oluyor. Biz iki gün kalabildik ama beraber gittiğim büyük oğlum “hayatımda bu kadar Fatihayı bir arada okumamıştım” dedi. Evet, cenaze sebebiyle, sıradan günler birden “FATİHA GÜNLERİ”ne dönüşüyordu.

Yazının devamı için tıklayınız

 


 

“Müzeler Allah’a emanet”

 

12 Mart 2010

Taraf gazetesindeki manşet üstü bir haberde, Ankara devlet resim heykel müzesindeki eserlerin iyi korunmadığı, bir envanterinin çıkartılmadığı, güvenlik kamerasının bile olmadığı, çalınan eserler olabileceği”ni beyandan sonra sayım komisyonu üyesinin “maalesef her şey Allah’a emanet” sözünü eklemiş.

Gazete, iç sayfada haberi manşete taşıyarak “MÜZELER ALLAHA EMANET” başlığıyla vermiş. Haber metninde sayın üyenin ifadesinde “MAALESEF” ibaresi yer almıyor.

Bu haberin bu beyanın bu yorumun neresini düzelteceğiz?

Öncelikle ele almak istediğimiz konu, eserlerin korunup korunmaması değil. Ülkenin neyine sahip çıkmışız ki tablolarına sahip çıkalım. Kendi insanına sahip çıkmayan bir ülke sanatına, sanatçısına, sanat eserine sahip çıkar mı? Çıkmamış ama çıkmalı. Bunu medyasıyla, sanatçısıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla dile getirmeliyiz.

Gelelim haberin tenkid edeceğimiz tarafına.

Yazının devamı için tıklayınız

 


 

Yargı mensubu özgürlüğe karşı olur mu?

 

Esas görevi millet adına milleti oluşturan bireylerin özgürlüklerini korumak olan yargıda görev alan bazı hukukçuların Türkiye’de esen fert özgürlüklerinin genişletilmesi, önündeki engellerinin kaldırılması rüzgarına karşı, cansiperane bir mücadele verdikleri görülmektedir. Tamamen subjektif, ideolojik, evhama dayalı görüşlerini bir otorite edasıyla kamuoyuna sunmaktadırlar.

367 meselesini gündeme getirerek yargının itibarını zedeleyen bir kararın alınmasına vesile olan Kanadoğlu, “bu meclis anayasa yapmakta yetkili değildir, ancak kurucu meclisler anayasa yapabilir” gibi, değil bir hukukçu, darbe yapmış bir askerin bile söyleyemeyeceği bir beyanat vermiştir. Gerçekte hukuk tarihine kara bir leke olarak geçecek bir beyanattır. 22 Temmuzda halkın büyük çoğunluğunun temsil edildiği bir parlamento yapamayacak da silah zoruyla halkın seçtiğini silah zoruyla indirerek darbe yapmış üç beş adamın atadığı kurucu meclis mi yapacak? Doğrusu, Demokrasi ile taban tabana zıt bir anlayışı bir yüce mahkemenin mensubuna hiç yakıştıramadım. Anayasa yapma hakkı ya milletin ya da milletin hür iradesiyle seçtiği parlamentonundur, meclisindir.

Yazının devamı için tıklayınız

 


 

“Şeytanın Avukatı”nın hatırlattıkları

 

Geçen akşam bir televizyon kanalında meşhur aktör Al Pacino’nun şeytan rolünde oynadığı 1997 yılı yapımı bir film olan “Şeytanın Avukatı”nı izledim. Senaryosuyla, aktörlerin müthiş performansıyla süper bir film olmuş. Türkçe dublaj da kaliteyi bozmamış. Tüm bunlar insanı baştan sona merakla ekranın başına çiviliyor.

İnsanlık tarihinden bile eski olan “şeytan” kelimesiyle “avukat” kelimesini bir arada görünce insanın merakı daha da artıyor. Filmdeki öyküde, genç bir kasaba avukatının girdiği davaların hiçbirini kaybetmemesi sonucunda New York’un ünlü hukuk bürosundan bir teklif alır ve oraya transfer olur. Ne olursa olsun davayı ve işini kaybetmemek için mücadele veren avukat, eşini önce manen sonrada maddeten kaybeder. Ve bunun sebebi patronudur. Annesi, son anda gerçeği itiraf eder. Avukat beyin babası, gerçekte insan değil şeytanın ta kendisi olan o andaki patronudur. Ve şeytanın istediği bir şeytansı nesil için gerekli olan cüz-i iradesini ondan yana kullanmayarak onun hâkimiyetinden çıkar.

Tam bu noktada seyirciyi şok eden bir gelişme olur. Tüm bunlar avukatın, müvekkilinin haksız olduğunu bildiği fakat kazanmak üzere olduğu bir davanın duruşma arasında yaşadığı; hal, hayalden ibarettir. Hayal de olsa avukat çok etkilenir ve müvekkilinin savunmasından çekilir. Bu hareketi müvekkilini suçlu olduğunu ima etme ve yüzüstü bırakma sayılacağından barodan atılma ihtimali vardır. Gazetecinin biri röportaj yapmak ister. O ise “Barodan atılacağım, artık benim röportaj yapılacak popülerliğim kalmadı” diye teklifi reddeder. Gazeteci “Bilakis, artık sen bir kahramansın. Bir numarasın” der ve onun enaniyetini okşar. Bu durum hoşuna giden avukat röportaj teklifini kabul eder. Teklifini kabul ettiren gazeteci aslında hayalindeki şeytandır ve yine yapacağını yapmış, kişinin enaniyetini kabartmıştır. Son sözü gazeteci kılığındaki şeytan söyler:

“En sevdiğim günah kibirdir.”

Filmin en göze çarpan mesajı budur.

Yazının devamı için tıklayınız

 


 

Hergelenekon Partisi

 

Piyasadaki yazılı, görsel, işitsel, sanal her türlü basını (hatta su baskınına uğrayan basın ekspres yolundaki basını da ) atlatarak, daha olay vukua gelmeden siz değerli okuyucularımıza aktarma fırsatı bulduk.

Şimdilik ismini açıklayamadığımız kişi, kurmakta oldukları partinin ÜST DÜZEY YETKİLİSİ. Kurulmamış partilinin yetkilisi nasıl olur diye sormayın. Ülkemizde durum böyledir. Partiyi esas olarak bir kişi tasarlar, sonra çevresine adam toplar ve partiyi kurar (lar). Sonra da parti o kişinin partisi olarak anılır. Eğer parti birazcık kurucunun çizgisinden kayarsa, hemen yerine bir parti daha kurulur (turşu kurmaktan daha kolay zaten-laf aramızda Urfa’daki EŞKİLİ adı verilen turşunun adı bile ağzımı sulandırıyor-). Bülent Ecevit vefat edip DSP Rahşan hanımı dinlememeye başlayınca “ben de yeni parti kurarım” demedi mi, dedi.başka örnek isteyen var mı?

Şimdi bu kişinin ÜST DÜZEY YEKİLİLİĞİNE takanlar olabilir. Malum böyle ismi açıklan(a)mayan kişiler hep üst düzey yetkilisi olurlar. Adam alt düzey yetkilisi ise –ki alt düzeyde yetkili olur mu olmaz mı, onu da size bırakıyorum- niye açıklama yapsın ki. Yapsa bile biz niye bu açıklamayı almak için çalışalım ki! Bulursun üst düzey yetkili, alırsın röportajı, ismini açıklamazsın (zorunda da değilsin), gel keyfim gel.

Yazının devamı için tıklayınız

 


  Reklam

 

 

sag

www.arabulucuhesap.com

Arabulucu ücreti hesaplama platformu


www.kanaatimce.com

Kanaatlerimizi yazı ve şiir olarak halka arz ediyoruz.

Halil Doğan

uzunsag